Ege’de Türk Yunan İlişkilerini Etkileyen Başlıca Sorunlar
Karasularının genişletilmesi sorunu
Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlık konuları içerisinde, ilişkileri bir anda tırmandırabilecek konulardan birini, Yunanistan’ın, Ege Denizi’nde, ulusal karasuları sınırını 6 milden 12 mile genişletme çabaları oluşturmaktadır. 1964 yılından itibaren, hem Yunanistan’ın hem de Türkiye’nin ulusal karasuları sınırlarını 6 mil olarak belirtmelerinden sonra Ege Denizi’nde paylaşım şu şekilde gerçekleşmiştir; Yunanistan, Ege’deki 3000 dolayındaki ada ve adacıklara sahip olmasından kaynaklanan bir avantajla yaklaşık % 35, Türkiye ise % 8,8 oranında bir paya sahip olmuştur.
Karasularının 12 mil olarak belirlenmesi durumunda Ege Denizi’nin ulusal hava sahası da buna bağlı olarak genişleyeceğinden Türkiye’nin Ege üzerindeki askerî uçuşları ve tatbikatları (hava-deniz) gerçekleşemeyecektir. Ulusal karasularının 12 mil olarak tespit edilmesiyle Türkiye, Ege Denizi balıkçılığında ekonomik, ticarî kayıplara uğrayacaktır.
Ege Denizi’nde Yunanistan’ın ulusal karasularını 12 mile çıkarmakta kararlı olduğunu ve zamanı geldiğinde bu hakkını kullanacağını dile getirmekte oluşu, Türkiye’nin de bu konudaki kararlı tutumunu (böylesi bir kararı savaş nedeni “casus belli” olarak sayacağını) sıklıkla dile getirmesine neden olmaktadır. Bu bakımdan ele alındığında ise, Yunanistan’ın AB’ye tam üye olmasının sağlamış olduğu avantaj ile Ege’deki karasuları uyuşmazlığını AB’nin dış sınırlarına ilişkin kurallar çerçevesinde değerlendirme çabasında olduğu gözlemlenmektedir. Karasuları yüzünden çıkabilecek bir sıcak çatışmada Türkiye’nin tepkisini, AB’den sağlayacağını düşündüğü destekle karşılama ve çatışmayı AB’nin sınırlarına yönelik gibi gösterme çabası söz konusudur. Ancak, Türkiye’nin bu yöndeki bir uygulamayı savaş nedeni saymakta oluşu, bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda Türkiye ile Yunanistan’ı karşı karşıya getireceği gibi, AB’yi de sıcak bir çatışmanın/bunalımın içerisine sürükleyebilecek niteliktedir.
Yunanistan Ege’de egemenliğinde olmakla birlikte üzerinde insan yaşamayan ada, adacıkları iskâna açma politikası izlemeye başlamıştır. Bu durum ise Ege’deki dengeleri özellikle ulusal karasuları sınırı bakımından ilgilendirmektedir. İskâna açık olmayan ada ve adacıkların kendilerine has karasuları sınırının olmayışı Yunanistan’ın bu ada ve adacıkları iskâna açarak karasuları sınırını genişletme çabalarının bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bu sorun aslında iki ülke arasında karasularının genişliğinin belirlenmesi tartışmaları çerçevesinde değerlendirilebilecek bir niteliktedir. Gerçekte Ege Denizi’nde Lozan Barış Antlaşması ile zımnî olarak kabul edilmiş bulunan 3 millik karasuları sınırına uygun olarak iki ülke arasında fiili bir sınır tespit çalışması yapılmamıştır. Yunanistan’ın 1936’da karasularını 6 mile çıkarması sonrasında da bu denizde kıyıdar ülke olarak Türkiye ve Yunanistan arasında bir sınır tespiti görüşmesinin söz konusu olmadığı görülmektedir. Bununla birlikte, özellikle 12 Ada bölgesinde Türkiye ve İtalya arasında karasuları dışında kalan bölgelerdeki adacık ve kayalıkların hangi devletin egemenliğine bırakılacağına ilişkin görüşmelerin yapıldığı görülmektedir. Nitekim Türkiye ve İtalya arasında 18 Haziran 1931 yılında Ankara’da yapılan görüşmeler doğrultusunda, Lozan Barış Antlaşması’nın 15. Maddesi hükmüne göre İtalya’ya terk edilmiş bulunan Meis Adası çevresinde yer alan adacık ve kayalıkların hangi devlete ait olduğunu belirlemişler ve uzmanlar düzeyinde yapılan toplantıda varılan mutabakata uygun olarak hazırlanan toplantı tutanağı, bir antlaşmaya dönüştürülerek 4 Ocak 1932 tarihinde Türkiye (T. R. Aras) ve İtalya (Aloisi) temsilcileri tarafından Ankara’da imzalanmıştır.
Günümüzde Türkiye’ye ait 17 ada ve 1 kayalığın 2004’ten beri Yunan işgali altında olduğu, adalara Yunan vatandaşlarının yerleştirildiği ve Yunan bayrakları asıldığı bilinmektedir.
Kıta Sahanlığının Tespit Edilmesi Sorunu
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri etkilemesi bakımından Ege Denizi kıta sahanlığı sorunu yakın bir geçmişe sahiptir. Ege Denizi’nde 1960’ların başlarından itibaren Yunanistan sismografik araştırmalar ve petrol arama faaliyetleri yürütmektedir. Ege adalarının kıta sahanlığı üzerinde kendisinin münhasır yetkili olduğu ve adaların kıta sahanlığı alanlarının da 200 metre derinliğe ve işletilebildiği takdirde işletilme noktasına kadar varabileceği iddiası, ayrıca 60 ve 70’li yılların değişik yasa gücündeki kararnameleri ile de tekrarlanmaktadır. Bunların ilki 1969 tarihli ve 142 sayılı yasa gücündeki kararname olup, en önemlisi de 1973 tarihli ve 210 sayılı Maden Yasası olmaktadır (Pazarcı 1986: 24). Buna karşılık 1 Kasım 1973 tarihinde Türkiye de, Ege Denizi’nin 27 bölgesinde TPAO’ya araştırma ve işletme ruhsatları vermiştir. Yunanistan, 7 Şubat 1974 tarihinde Türkiye’ye vermiş olduğu bir nota ile durumu protesto etmiş ve TPAO’nun arama yapacağı bölgelerin Yunanistan’a ait bulunan Semadirek, Limni, Midilli, Bozbaba, Sakız, İpsara ve Antipsara adalarının batısında yer alan deniz yatakları olduğunu, bu adalar ve adaların deniz yatağı, deniz altında Yunan Hükümetinin hükümranlık haklarının bulunduğunu bildirmiştir. Yunanistan, bu bölgeler üzerindeki egemenlik haklarını, 1972 yılında kabul etmiş olduğu 1958 Cenevre Sözleşmesi’nin 1. maddesinin b fıkrası ve 2. maddesine dayandırmıştır. Bunun yanı sıra, Yunanistan, bu notasında Türkiye’nin araştırma izni vermiş olduğu bölgelerde Yunanistan’ın 1961 yılından beri petrol araştırma izinleri vermekte olduğunu açıklamıştır.
Kıta sahanlığının sınırlandırılması konusunda ise, Yunanistan, 1958 Cenevre Sözleşmesi’nin 6. maddesi 1. paragrafına göndermede bulunarak, kıyıları karşı karşıya bulunan devletler arasında yapılacak bir kıta sahanlığı sınırlandırmasında ortay hat kuralının paylaşımda eşitliği sağlayacak kural olduğunu iddia etmiştir. Ayrıca Yunanistan, bu notasında Türkiye’nin bölgede vermiş olduğu petrol arama izinlerini tanımadığını belirterek, 1958 Cenevre Sözleşmesi’nin 2. maddesinin 2. ve 3. paragrafları hükümlerine göre, söz konusu adaların doğal kaynakları üzerinde araştırma yapmak ve bunlardan yararlanmak konusunda egemen haklara sahip olduğunu ve bu hakları saklı tuttuğunu açıklamıştır.
Yunanistan’ın 7 Şubat 1974 tarihli notasına cevap olarak Türkiye’nin vermiş olduğu 27 Şubat 1974 tarihli notada Türkiye, TPAO’ya araştırma izinleri verilmeden önce uluslararası hukuk kuralları ve yasal koşulların dikkatle incelendiği, 1958 Cenevre Sözleşmesi ve Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı sorununda Uluslararası Adalet Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararı dikkate aldıklarını belirtmiştir. Türkiye bu notasında kıta sahanlığı sorununa hukukî ve siyasî yaklaşımını dile getirmiş ve tezlerini açıklamıştır. Türkiye’nin görüşüne göre, söz konusu hükümlerden hareket edildiğinde, Ege Denizi’nin yatağında yapılacak olan bir jeomorfolojik araştırma, Anadolu’nun doğal uzantısını oluşturan Türk kıyılarından itibaren deniz altı alanlarının küçük derinliklerde uzanmakta olduğunu gösterecektir, bu nedenle Türk kıyılarının yakınında bulunan Yunan adalarının Anadolu’nun doğal uzantısı üzerinde yer almış olmalarından dolayı kendilerine özgü bir kıta sahanlıkları olamaz.
Ayrıca, Türkiye, bu notasında kıta sahanlığının sınırlandırılması için uygulanacak hukuk kuralının, eşit uzaklık kuralı olduğunu kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Aksine, kıyıları karşılıklı iki devlet arasında kıta sahanlığının sınırlandırılmasındaki esas kural, eşit uzaklık değil, devletler arasında bir anlaşmanın sağlanmasıdır. Cenevre Sözleşmesi ve Uluslararası Adalet Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararlara göre eşit uzaklık kuralı, anlaşmaya varılamıyorsa ve özel şartlar başka bir sınırlandırmayı haklı göstermiyorsa, üçüncü bir seçenek olarak gösterilmiştir. Bununla birlikte, iki ülke arasında kıta sahanlığının sınırlandırılmasına ilişkin olarak şimdiye kadar bir girişimde bulunulmamıştır, buna karşın, Yunanistan Hükümeti, göndermiş olduğu notasında da belirtmiş olduğu gibi, yaklaşık 15 yıldan beri Ege Denizi’nde petrol arama izinleri dağıtmaktadır.
Türkiye’nin görüşüne göre; Uluslararası Adalet Divanı’nın almış olduğu kararlar ve Cenevre Sözleşmesi hükümlerine göre adalar, sınırlandırmada ikincil bir öneme sahip bulunmaktadırlar. Hem adalar hem de Ege Denizi’nin bütünü, tipik bir “özel durum” oluşturmaktadır; bu nedenle uluslararası deniz hukuku kurallarına başvuruda bulunmak için uygun bir şekilde görüşmelere başlanmalıdır.
1987’de iki ülke arasında diplomatik girişimler hızlanmış ve NATO Genel Sekreteri Carrigton ve ABD diplomatik çevrelerinin çabalarıyla bunalım hafifletilmiştir. Bunalımın azaltılmasında Yunanistan’ın tartışmalı sularda petrol aramaktan vazgeçtiğini diplomatik yollardan Türkiye’ye bildirmesi ve Kuzey Ege Petrol Şirketi’nin “28 Mart tarihine kadar Taşoz Adası Doğusunda petrol çıkarmaya başlayacağına ilişkin planlarını askıya aldığını” açıklaması etkili olmuştur.
Kıta sahanlığı konusunda iki ülkenin de „şimdilik“ kaydıyla uluslararası sularda petrol arama faaliyetlerine girişmeyeceklerini açıklamalarından sonra, iki ülke arasındaki muhtemel savaş riski geçici olarak ertelenmiş bulunmaktadır. Gerçi gerginlik atlatılmıştır, ancak, taraflar arasında sorunun özüne ilişkin görüş ayrılıklarının yanı sıra sorunun hukuki mi yoksa siyasi bir sorun mu olduğuna ilişkin yaklaşım farklılıkları da gündemde varlığını sürdürmektedir. Bununla birlikte günümüzde benzer bir sorun Akdeniz’de yaşanmaktadır. Yunanistan her zaman yaptığı gibi, arkasına AB ülkelerinden bazılarını almak suretiyle, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde kendisine alanlar açmaya çalışmakta, Türkiye de buna karşılık uluslararası hukukun kendisine tanıdığı haklar çerçevesinde mücadelesini sürdürmektedir.
Prof. Dr. Necdet Hayta