Doğduğun yer mi, doyduğun yer mi? Bülbülü altın kafese koymuşlar, ille de vatanım demiş sözlerini duymuşsunuzdur. Bu sözleri söyleyen atalarımız der ki doğduğun yer değil doyduğun yeri yurt edin. Her göç eden insanın birde hikayesi vardır. Zira göç eden insan yetim kalmış gibidir; Kulaklarında bin yıllık topraklarının şarkıları, türküleri… yüreklerinde örf ve adetler; düğünler halaylar, sofralarında geldikleri yörenin mutfağının lezzeti, kokusu… Çoğunun adlarında göçün izleri ya da koparıldıkları toprağın kokusu vardır.
Konar-göçer bir kültürden gelen bizler, tarih boyunca birçok kez sahipsizlere, kimsesizlere, ihtiyacı olan milletlere kapımızı açtık. Göçü hem kendimiz yaşadık hem de ona maruz kaldık.
Köylerden şehirlere, şehirlerden ülkelere… Çocuklara daha iyi bir gelecek için çıkılan yolda gece gündüz, bedenlerin yıpranmasına ve zamanın geçişine aldırmadan çalışıldı.
Kimselerin bir tarafı olmadı, sanki bölündü yürekler ikiye; kimi ´doğduğum´ yer dedi. Kimi ´doyduğum´ yer dedi. Gerçekten hangisi doğruydu? Gurbet miydi vatan? Yoksa geldiğin yer miydi vatan? Ya da ´vatan´ neydi?
Gurbette hayat farklıdır elbet yüreklerde taşınır sevdalar, hasretle beklenir kavuşmalar, paha biçilmez iç çekişlerle sarılır kollar birbirlerine, gurbette vatan sevdası bitmez, hele hele o sınır kapısında, görürsün ya dalgalanan şanlı bayrağını tüm tüylerin diken diken olur, gözler hiç sormadan boşaltır taşıdığı hasret yaşlarını bu seferki kavuşma sevinçtendir. Vatanında yaşayan bilmez bu sevdayı, kıymetler hep kaybedilince anlaşılır ya, o misal bizim hayatımız, mutlaka kaybetmeliyiz, ya uzak kalarak ya ölümle o zaman gözler yaşarır, yürekler, hasretle anar ismini sevdiklerinin, ne tuhaf değeri bilinmeyen sevdalar taşırız yüreklerimizde…
Gurbette yaşayanın vatanı olmaz, en acı kelimeyi duyar özlemle gelip kavuştuğu vatanında ´Almancı´ derler onlara!
Bir şey alırken çekinir, fiyatlar yükselir bir anda Almancıya, Eurolar, dolarlar, sokakta toplanıp gelinmiştir sanki vatana, öyle düşünürler o gözle bakanlar…
Acı vurur yüreğini, hasretin yerini derin bir sızı alır, ´biz nereye aitiz.´ Çünkü gurbette de ´yabancı´dır lakapları, isterlerse bir ömrü yaşasınlar beraber Almanlarda kabullenemezler, yalancı gülümsemeyle bakarlar vatanlarındaki misafir gurbetçilere.
Peki biz kimiz?
Nerede bizim vatanımız ya da nerede bizi biz olduğumuz gibi kabul edecekler? İki vatan arasında vatansız yaşamak sadece gurbetçilerin hayatıdır.
´Göçmen´ olmak oldukça zordur bir anlamda. Göç etmek zorunda kalmadıkça, kimse yerini yurdunu bırakmak istemez, hülasa göç, olumsuz koşulların terk edilmesidir. Ekonomik, siyasi veya toplumsal nedenlerden göç etmek zorunda kalan insanlarda, anlaşılmaz bir neşe hakimdir. Sanırım bu , acılara karşı bir refleks. Bu mutlu olma halinin, bazı yan etkileri de vardır. Göçmenlerin evinde hayat, aile ilişkilerinin, akrabalar düzeyinde yakınsaması üzerine bina edilir. Aile, akraba; ayrılmaz bir bütünün parçaları gibidirler. Kendi içinde, kendi dilini konuşurken, göç ettiği ülkenin dilini en iyi şekilde öğrenmeye çalışır. İyi eğitim ile taçlandırılan, iyi birey olma süreci, yıllar yılı, çocuklara, insan olmanın önemi anlatılarak, adeta işlenir. Hoşgörülü olmak, bir erdem olarak kabul edilir; zira, arasına karışılan toplumdan ilk beklenen, hoşgörülü bir misafirperverliktir. Ağırbaşlı olmak, bir o kadar önemsense de, mutlu olmanın anahtarının mutlu etmek olduğunu bilen insanlardır göçmenler.
Gelecekleri uğruna göç edenlerin öykülerinde değişememe, değişime direnme de vardır. Yanlarında getirilen kültür, özümsenen değerler, kemikleşmiş alışkanlıklar, son yılların tabiriyle ´entegrasyon´ sorunu vardır. Uyum sağlayamayanlar ya değişmeyecek kaybolacak yahut değişerek yenecektir. İkinci şık seçilir çoğu kez. Göç sadece bir amaç değil yaşam biçimi halini de alır.
Sosyo-psikolojik açıdan bakıldığında, insanlar ya da toplumlar neden göç ederler? Bu bir keyfiyet mi, zorunluluk mu? Ya da bizlere has konar-göçer geleneğin mirası mı? Benim görüp anlayabildiğim kadarıyla; göçün ana nedeni, insanın doğduğu topraklarda bütün çabalarına rağmen gelecek güzel günlerin umudunu yitirmesinden kaynaklanıyor. Kalabalık göçlerin arkasında ise savaş, iç savaş, terörizm (nereden geldiği fark etmez) yatıyor. Bireysel göçün karşısında yapacak bir şey yok. Yüzyıllardır girdiği her coğrafyaya hemen uyum sağlayan Türklerin neden yıllardır Avrupa´ya uyum sağlayamamasının gerçek sebebi ne?
Aslında Türkiye’den Avrupa´ya göçün asıl sebebi kısa sureli iş göçü idi. Ne gelenler ne de isçileri kabul eden Avrupa devletleri, bu kadar uzun süreli bir işçi göçünün olabileceğini düşünmemişlerdi. Gelenler para biriktirip bir iki yıla döneceklerini, işçi alan Almanya ve Avrupa devletleri de ekonomileri kalkınır kalkınmaz bu işçileri ülkelerine postalamayı istedikleri için, karşılıklı olarak ´entegrasyon´ çalışmaları ihmal edildi. 1996´dan bu yana ciddi olarak -bu insanlar 3-4 kuşaktır buradalar, gidemiyorlar bari uyum sağlasınlar diye çözüm üretilmeye çalışılıyor ama bu çok geç bir adım olduğundan Avrupa’nın en büyük problemi halini aldı. Avrupa’nın tabiriyle ´misafir işçilerin´ uyum problemleri, bu problemi de en çok Türklere ithafen kullanıyorlar.
Dünyanın her yerinde anavatanından kopup çeşitli sebeplerle başka ülkelere göç etmek zorunda kalmış, yeni bir hayat kurma umuduyla yola çıkan göçmenler, geldikleri ülkede hayal kırıklığı yaşayıp, kimlik bunalımına düşebiliyor. Tüm bu zorluklar göçmenleri psikolojik açıdan daha hassas hale getirebiliyor. Niyetim şu ki bir sonraki yazımda ´Göçmen Psikolojisi´ni kaleme almak.
Yazar: Nisan Kılıç
Foto Credit – DW – picture-alliance/ dpa