KORKU ENSTRUMANI ÜZERİNDEN, ABD SİNEMASI VE DIŞ POLİTİKA
Bora İYİAT
Amasya Üniversitesi Öğretim Görevlisi
Gardony’e göre “Korkak insanlar, buğday sapını bile yılan sanır.” ve insanların zihinsel faaliyetlerini en büyük baskılayan gerçeklik korku olgusudur. Korku denilen bu zihinsel faaliyeti kuşkusuz tek bir kelimeyle açıklamak çok zordur ancak basit bir tanımlama yapacak olursak korku; irade ve mantıkla kontrol altına alınması çok güç bir yakın tehdit hissidir.
Korkular hayatımız süresince gelişen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Korku, her şeyden önce sağlıklı ve insanın hayatta kalabilmesine yardımcı olan bir duygu hâlidir. Korku bize öncelikle hem kendi kendimiz, hem de çevremizdeki insanlar için sağduyulu ve itinalı olma yetisini kazandırır. Nasıl ağrının beden için önemli bir alarm fonksiyonu varsa, korkunun da hayati bir önemi söz konusudur. Örneğin korkmadan ve ağrı hissetmeden ateşe yaklaşabilseydik, hayati tehlike arz edebilecek yanıklara maruz kalmamız çok kolay olurdu. Yani, korkunun da sağlık açısından önemli yönleri vardır kuşkusuz. Bu durumda gerçek korku olarak tabir edilen olgudan bahsedilir: Dışarıdan gelen bir tehlike karşısında insan; bedenen, hissî olarak ve akıl seviyesinde alarma geçirilmektedir.
Yukarıda bahsedilen bu durum tamamen mâkul bir çerçevede değerlendirilebilecek genel çevresel faktörler ile ilişkilendirilebilir peki ya bu faktörler birileri tarafından bilinçli olarak değiştiriliyorsa?
Korku; psikolojik savaşın en önemli silahlarından birisidir. Korku hissinin, insan zihninde yaratacağı etkiler ve bunun sonucunda kişi ya da toplumların davranış normlarındaki değişiklik hasmın en büyük avantajı olarak kabul edilebilir. Korku, akıl dışı hareket tarzına neden olurken zihinler kolaylıkla baskı altına alınarak yönlendirilebilir.
Dünyayı kontrol etme iddia ve arzusunda olan ABD bu yöntemi sıklıkla kullanmaktadır. Bu amaçla da hem kendi kamuoyuna hem de hedef olarak belirlediği düşman sınıflandırmasına dair ülkelerin üzerinde korku yaratıcı her argümanı uygulamaktadır. ABD gibi bir ülke için bu çok da kolay gerçekleşmektedir çünkü Hollywood adı verilen önemli bir mekaniğin çarkları, çoğunlukla bu iş için tahsis edilmektedir.
Tarih: 11 Eylül 2001
Yer: New York – Washington D.C
Dünya kamuoyu bu tarihi hiç bir zaman unutmayacak. Zira içinde yaşadığımız yüzyılın tarihi o gün adeta yeniden yazıldı. Dünya, o gün tarihinin en büyük terörist saldırısı ile sarsılırken, herkesin aklından aynı düşünce geçiyordu: “Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” Böyle düşünenler haklı da çıktı.
Amerika semalarında kendisine ait yolcu uçakları uçuyor, bunlar sırayla ikiz kulelere, Pentagon’a çarpıyorlardı. Akıl almaz şeyler yaşanıyordu ve bu esnada tüm dünya olan bitenleri, şok olmuş gözlerle ekranlarından canlı olarak izliyordu. Nerdeyse tüm TV kanalları canlı yayına geçmiş, olan biteni aktarmaya çalışıyorlardı ama açıkçası hiç kimse ne olup bittiğini bilemiyordu. Üstelik yaşanan şok bitecek gibi de değildi. Ve işte bir anda, şu ana kadar TV kameralarının kaydettiği en dehşet verici, yıllarca akıldan çıkmayacak görüntüler akmaya, ikiz kulelerin ikisi de çökmeye başlamıştı.
Daha ikiz kuleler yıkılmadan Amerikan hükümeti suçluyu bulmuştu bile: El-Kaide. Daha olayın üzerinden 24 saat geçmeden tüm suç delilleri ve zanlılar tespit edilmişti. Enkazdan yanmadan çıkan terörist pasaportundan tutun da, teröristlerin geride bıraktıkları iddia edilen arabalardan çıkan uçuş manüellerine kadar bir dizi şaibeli delil, terör saldırısının failleri olarak Afgan dağlarında yuvalanmış radikal teröristleri gösteriyordu. Karar alınmıştı. Taliban yönetimi yıkılacaktı. Amerika bunlardan hareketle kendince bir adalet arayışına girdi ve o andan itibaren dünyanın çivisi çıktı.
Amerikan yönetimi, 11 Eylül’ü bir fırsat olarak kullanarak hem enerji güvenliği politikaları gereği, Orta Doğu ve Orta Asya’ya konuşlandırdığı askeri varlığıyla dünya enerji koridorlarına yerleşti. ABD başkanı Bush’un çevresine yerleşen ve “yeni muhafazakârlar” olarak bilinen kadronun Irak’ın işgali için bir önceki başkan Clinton’a baskı yaptıklarının ortaya çıkması ile bu iddialar haklılık payı kazandı. 11 Eylül sonrası süreç Amerikan ekonomisine de yaradı. Ağırlıklı olarak savaş sanayii üzerinde yükselen ekonomi Afganistan ve Irak savaşları ile kendine geldi, üretim kapasitesi arttı, işsizlik azaldı. Tüm bunlar ekonomik, siyasi gücü ABD lehine artırırken Afganistan’a ve Irak’a gökyüzünden yağdırılan tonlarca bomba, ABD’nin düşmanlarına nasıl bir gazabı olabileceği mesajını veriyordu. Bu arada 5 yıllık II. Dünya Savaşı esnasında bile topraklarına tek bir tane bomba düşmemiş olan, bu hissi yaşmamış olan Amerikan toplumu paranoid bir ruh hâlinde sürekli doğudan gelecek, demokrasiye, Batıya ve dinlerine düşman bir topluluk tarafından tehdit edildiğine inanmaya başlamıştı. ABD yönetiminin istediği korku hâli hem içeride hem dışarıda yerleşmeye başlamıştı ki bu kez sinema endüstrisi devreye girdi.
Bu olayı hafızalardan sildirmeyecek ve ABD’ye karşı sürekli terör saldırısı tehdidinin olduğu algısını oluşturan filmler, arka arkaya vizyona giriyordu. Hep Doğulu bir düşman vardı, karşısında ise kahraman bir ABD’li. Öyle ya hükümet bu düşmanlara karşı vardı. Silahlar, ileri teknoloji ve askerler hep bunun içindi.
Önceleri bu mesaj zihinlere doğrudan verildi zamanla filmlerin konu ve içerikleri değişti. Bu kez hedef zihinlerdeki eşik altıydı. Zack Snyder’in yönettiği film konusunu mitolojik bir olay olan Termopylae Muharebesi’nden alıyordu:
MÖ 480’li yıllarında Pers İmparatorluğu oldukça güçlü bir orduya ve zamanın geniş imkanlarına sahipti. Spartalılar ile Persliler arasındaki savaş oldukça kritik bir noktaya gelmişti. Sparta Kralı, çok büyük bir ordu ile üzerine gelen Perslileri durdurabilmek için zamana ihtiyacı olduğunun farkındaydı. Tüm Yunanistan´ı birleştirerek kendisinin de güçlü bir ordu yaratabilmesi için zaman gerekli idi. Bu gereken zamanı kendisine sağlayacak olansa 300 adet çok iyi yetişmiş askerdi. 300 asker için bu görev tam anlamı ile bir intihar görevi olsa da, cesaretlerinin doruğunda, ülkeleri için mücadele edeceklerdi.
Buradan bakıldığında mitolojik epik bir hikâyenin ekrana yansıması gibi gözüken filmin içine saklı mesajlar ise hikâyenin çok ötesine bakmanızı sağlıyordu tabii ki dikkatli baktığınızda…
Termopylae, Batı ile Doğu’nun savaşıydı; Batı iyiyi, Doğu ise kötüyü temsil ediyordu. Sparta sadece 300 kişi ile savunulmak zorundaydı çünkü senatodan savaş kararı çıkmamıştı. Kral kendi muhafızlarım dediği 300 kişi ile Pers Kralının karşısına çıkmak zorundaydı çünkü o demokrasiye inanmış, bu uğurda canını fedâ edebilecek bir komutandı, tıpkı Batılı liderler gibi. Onlara göre Spartalı askerler özgür, Pers ordusu ise kölelerden oluşuyordu. Yakışıklı Spartalıların yanında çok çirkin ve birer ucubeydiler. Filmin başında Pers elçisi, Sparta Kralının karısı konuştuğunda “Bu kadın nasıl oluyor da erkeğin yanında konuşabiliyor.” diye sormuştu. Çünkü özgür kadın düşüncesi sadece Batı dünyasına aitti, Doğu’da ise kadınlar köleydi; diğer herkes gibi. Tüm bu mesajların içinde gizli bir diğer mesaj şuydu: Birleşmiş Milletler kararı olmasa dahi demokrasi tehlikeye düştüğü anda ABD orada olacak ve sizler için ölecektir.
Söz ölümden açılmışken Pers ordusunun efsane olma sebebi ölümsüz olmalarıydı ve kral Pers askerlerini kılıçtan geçirirken şöyle diyordu “Bakalım gerçekten ölümsüzler miymiş?” Doğu dünyasındaki şehitlik kavramının ince bir mesajla hicvi bu olsa gerek…