Sorumluluk Özgürlük ve Söz Varlığı Olarak İnsan

Bu kısa yazıda, insanın üç özelliği üzerine bir değerlendirme yapılmaktadır. Bunlar; sorumluluk, özgürlük ve konuşmadır. Bu üç özelliğin yanında elbette insanı nitelemek için kullanılan başka pek çok özellik de söz konusudur. Bunlardan ilk ikisi insanın ahlaki varlık olma yönünü öne çıkarır. Konuşma ise onun dil varlığı olması ve dilin de doğrudan düşünme ve akıl ile ilişkisi nedeniyle insanın teorik yönüne işaret eder.

İnsan, sorumluluk varlığıdır. Eylemlerinin kaynağına, eylem nihayete erdiğinde kendisine sorulacak soruyu koymalıdır. Onun eylemlerinin yönünü bu soru belirlemelidir. Yoksa sorumluluk, eylemin sonucunda ortaya çıkacak bir katlanma veya eylemin sonucunda sorulan soruya verilen bir cevap değildir. Onu vicdan azabı veya pişmanlık gibi duygulardan da ayırmak gerekir. Vicdan azabı, pişmanlık, nedamet gibi duygular eylemin sonucunda ortaya çıkarlar.

İnsan, öncelikle kendisine karşı sorumludur. Bir akıl varlığı olarak insan, kendisine gelecek tehlikelere karşı kendisini korumakla, kendisini en iyi, dürüst ve başkalarına zarar vermeyecek bir olgunlukta yetiştirmekle sorumludur. İnsan, kendisini temsil eden bir varlıktır. Duygularıyla, içgüdüleriyle, heyecanlarıyla, bencilliğiyle hareket eden insan, kendi varlığını insan varlığı olmaktan çıkarmaya da son derece yakındır. Akıl ve ruh sağlığını korumak, başkalarının hayatlarını ve sağlıklarını tehdit etmemek gibi de bir görev ve sorumluluğu vardır. Kendini tanıyan ve kendi sınırlarını bilen ancak kendisine karşı sorumluluklarını yerine getirebilir.

İnsan, ailesine karşı sorumludur. Aile üyeleri sadece kendilerini değil, aynı zamanda ailenin bütün fertlerini de temsil ederler. Günümüzde korunması gereken başta gelen kurum ailedir ve herkes, aileyi korumak ve aile fertlerine karşı sorumluluğunu yerine getirmek zorundadır. Toplumun yapı taşıdır aile ve o bozulduğu zaman bütün toplum bozulur. Sağlıklı fertler, sağlıklı bir aile ortamında yetişir. Anne ve babaların birbirlerine ve çocuklarına karşı duydukları sorumluluk, kendilerini birbirlerine ve çocuklarına adamaları sayesinde yerine getirilebilir. Bencillik, merhameti yok eder. Anne ve baba bencil olmamalıdır. Aile fertleri, birbirlerine değil, birlikte hayata meydan okumak için dayanışma halinde olmalıdırlar. Aile fertlerine karşı sorumluluğumuz, her birine karşı sevgi ve saygı dolu bir biçimde onları değerli görmemizle mümkündür.

Topluma ve millete karşı da sorumluyuz. Şahsiyetimizi, içinde yaşadığımız toplum ve millet sayesinde kazanıyoruz. Millette ortaya çıkan iradenin kaynağındaki sorumluluk bizi insanlığa bağlar. İnsanlığa karşı olan sorumluluğumuz, insanlık adına değer üretmek, “elinden ve dilinden emin” olunan bir varlık olmaktır. “İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmaktır.” Bütün insanlara karşı sorumluluğumuz, adaletli olmakla yerine getirilebilir. Bunlar, insan olmanın gereğidir.

Tabiata, çevreye karşı sorumluluklarımız vardır. Onu bozmamak, kirletmemek, zenginliğini yok etmemek tabiata ve çevreye karşı temel sorumluluk ve görevlerimiz arasındadır. Toplumların medenilik seviyesi, yaşadıkları tabiat ve çevreyle kurdukları ilişkiye göre belirlenir. İyilik yapmak, kötülükten uzak durmak, başkalarını zora sokacak tarzda onları huzursuz etmek, iftira atmak, insanların arasını bozmak, insanların güvenini zedelemek, merkeze kendimizi koyarak başkalarını köle haline getirmeye çalışmak, dostlukları daha sonra insanların aleyhine kullanmaya çalışmak bunların hepsi bizi insan olmaktan çıkarır ve hem kendimize karşı hem de insanlığa karşı sorumluluklarımızı ortadan kaldırır. Bu sorumlulukların ortadan kalkması, her eylemi meşru gören bir ahlak dışılığa neden olur.

Sorumluluklarımız, aynı zamanda görevlerimizdir de. Sorumluluk şuuru, görev şuurudur da. İnsanı, daha mükemmel bir varlık haline getiren, sorumluluk ve görev şuuruna sahip olarak eylemde bulunmaktır. Bu şuurdan uzaklaşmak, önemli ölçüde insan olmanın gayesinden de uzaklaşmaktır. Sorumluluk için özgürlük ön şarttır. Eğer ortada özgürlük yoksa sorumlulukları yerine getirmek elbette mümkün değildir. Çünkü özgürlük, bir sorumluluğu, görevi yerine getirebilme gücüdür. Sorumluluğun emriyle harekete geçer ve hareketimiz esnasında özgürlüğümüz açığa çıkar. Özgürlük, sanıldığı gibi bize hazır olarak verilmiş bir olgu değildir. O, gerçekleştirilmesi gereken bir durumdur. Bir bakıma özgürlük, bir imkândır ama gerçekleştirilmediği müddetçe sadece bir imkân olarak kalır.

Özgürlük, bizi esaret altına alıcı emirlere karşı hayır diyebilme gücüdür de aynı zamanda. Bizi esaret altına alıcı emirler bizim kendimizden kaynaklanabildiği gibi kendi dışımızdan da kaynaklanabilir. Özgürlüğün olmadığı yerde ahlaki kişiliğin gelişmesi mümkün olmadığı gibi ikiyüzlülük, riyakârlık, yalan, gizliden gizliye ve gayri meşru ilişki biçimleri hayata geçmeye başlar. Bunun için insan, sorumluluklarını yerine getirebilmesi ve kendisini ne ise o olarak ifade edebilmesi için onun özgürlüğü gerekli şarttır. Özgürlük cesaret vericidir. Özgürlüğün olmayışı ise korkuya neden olur. Özgürlük, insanın kendi seçimlerini kendi aklı, görgüsü ve yetenekleri çerçevesinde kendi kendisi tarafından gerçekleştirebilmesinin de şartıdır. Bu suretle insan, kendi elleriyle kendisini inşa edebilir. Özgürlük, öncelikle kendi aklımızı kendimizin kullanması durumunda ortaya çıkar. Aklını başkalarının aklı altına ipoteklemek, başkalarının aklıyla hareket etmek ve kendi düşüncemiz yerine başkalarının anlamadığımız düşüncelerine uyarak hareket etmek, silik bir kişilik durumudur. Böylesi durumlarda insanlar kendi sorumluluklarına da sahip olamazlar.

Özgürlük, bir serbestlik durumu değildir. Kuralın, hukukun, değerler sisteminin olmadığı yerde özgürlük değil, kaos vardır. Özgürlük, kabul ettiğimiz ve söz verdiğimiz ilkeye uygun davranmayı gerektirir.

İnsanı tanımlayan pek çok kavram vardır: sapiens (düşünen), rasyonalis (akıllı), economicus, faber (alet yapan ve kullanan), demens (çılgınlıklar yapan) gibi. Bu kavramların çokluğu, insanın varlık yapısının karmaşıklığından ileri gelir. İnsana rastladığımız her yerde karşılaştığımız insani fenomenlerin çokluğu da, onun bu karmaşık yapısına işaret eder. Bu

karmaşık yapı, en basit biçime indirgenecek olursa insan, bir ikilikler varlığı olarak anlaşılabilir ve bu yönüyle o, pek çok alanın da konusu olur. İnsanın ikili yapısı da genel olarak akıl-içgüdü, akıl-duygu, ruh-beden, sapiens-demens biçimindeki ikiliklerle dile getirilebilir. Bu ikilikler insanın, değişik ve çeşitli biçimlerde tezahür etmesinin de zeminini oluşturur.

Nitekim seven, nefret eden, düşünen, inanan, ibadet eden, inkâr eden, çılgınlıklar yapan, değerler üreten, devlet kuran, bilim-felsefe-sanat yapan, değerlerin sesini duyan, kültür ve medeniyet yaratan insana rastladığımız her yerde bu tür insan olgularına ve tezahür ediş biçimlerine de rastlarız. Bütün bunlarla birlikte insan kendisini en iyi biçimde söz ile ve söz’de yani dilde ifade eder. Bir bakıma insan, söz varlığıdır ve o, söz ile kendini hem kendisine hem de başkalarına açar. Söz öylesine etkilidir ki, onun etkisi, Yunus Emre’nin “söz ola kese savaşı/söz ola kestire başı/söz ola ağulu aşı/yağ ile bal ede bir söz” ifadelerinde çok güzel dile gelmiştir.

Filozof, düşünür, sanatçı ya da başkalarına söyleyebilecek bir şeyleri olan her kim olursa olsun; bir felsefî sistem vazeden, bir düşünce sistematiği içerisinde tarihsel/toplumsal/kültürel, etik, metafizik, estetik vb. düşüncelerini ortaya koyan bir zihin, içinde bulunduğu toplumsal/tarihsel/kültürel şartlardan ve hatta kendi iç dünyasının huzurundan ya da huzursuzluğundan, sükûnetinden ya da çatışmasından bağımsız düşünülemez. Bir devrin sesi olmak, bu sesin kendisinde yankı bulduğu insanlarda heyecan uyandırmak, ancak sözün değeri ve uhtevasının zenginliğiyle anlaşılabilir. Söz, etkilidir; çünkü hareket kabiliyetini yitirmişlere cesaret verir, bu kabiliyeti kullanamayanlara saik olur. Ancak muhtevasız ve gönle hitap etmeyen söz, hedefine varamayıp yolculuğu akamete uğramış bir okun hali gibi donuklaşır kalır, etkisini yitirir ve söz düşer. Nice söz ustaları vardır ki, söze mana katıp manayı sözle güzelleştirirler ve sözü boş olmaktan çıkarıp içi dolu bir mücevher kutusu haline getirirler. Sadece bir retorik değil, bütünlüğüyle bir mana birliğini söze dökenler, iyi konuşup iyi yazan nadir insanlardır. Onları dinlemek ve okumak sadece ses duymak ve işaretleri görmek değildir. Onları dinlemek ve okumak, içlerinde bulundukları dünyaya girmek ve o dünyanın zenginliğinden istifade etmektir.

Söz, basit bir ses değildir. Belki kötü olanlar için “dilin bir fitnesidir” ama iyiler için söz, dil, Yunus Emre’nin de dediği gibi, “hikmete giden yoldur”. Meram, sözle anlatılır; fikir sözde dile gelir. Konuşmak, söz söylemek bir şey yapmaktır, hareket etmektir. Söz, belki de düşüncenin, fikrin hareketidir. Fikir ve düşünce sözde cisimleşir, vücut bulur. Söz, varlığı derli toplu tutan düşüncenin dilidir. Bu anlamda söz, Heidegger’in yorumuyla Logos’tur. Varlık, düşünce yoluyla dilde gözümüzün önüne gelir ve dil ile varlığın bir çeşit hasadı yapılır. Bundan dolayıdır ki söz, değerlidir. Ses, söz sayesinde anlam kazanır.

Söz söylemek, söylenen söze bağlanmayı gerektirir. Bağlanma, öncelikle söze, sözün sahibine, söz söyleyen kişinin kendi kendisine bağlanmasını gerektirir. Bunun için söz boş sesten, laftan, lakırdıdan farklıdır. Her ses, söz değildir. Söz kelamdır ve içinde anlam yüklü kelimeler barındırır. Bunun için söz söylemek, belki de en zor işlerdendir. İki işit, bir konuş diye boşuna denilmemiştir. İnsanlar sağır olduğu için dilsizdir. Dil, kulağa muhtaçtır. Duymayan konuşamaz. Konuşmadan önce dinlemek, esas olmalıdır.

Konuşma ile insanın eğilimleri, karakteri arasında da sıkı bir bağ vardır. Konuşma, dil bizi ele verir. Kullandığımız kelimeler, kavramlar bizim zihinsel ve ruhsal yapımız hakkında ipuçlarıdır. İnsan, bütün bunlarla birlikte en büyük muammadır. Kendi hakikatini kendinde gizler. Konuşarak, eylemde bulunarak bu hakikatten sızan ışık, onun hakkında bize fikir verir.

Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan
Die mobile Version verlassen