Hoca bir gün, çıkar bir ağaca, başlar oturduğu dalı kesmeye. Yoldan geçen biri, uyarmak ister onu: „ Hemşerim, bindiğin dalı kesiyorsun; dalla beraber sende düşersin sonra! “Hoca aldırmaz bu uyarıya, kesmeye devam eder. Çok geçmeden de dalla beraber düşer yere, adamın dediği gibi. Yerden kalkıp kendini toparlayan Hoca, hemen eşeğine atlayıp adama yetişerek: “Hemşerim,“ der, “sen benim düşeceğimi bildin, öleceğimi de bilirsin; söyle bana, ne zaman öleceğim?“
Adam, mırın kırın eder önce, bakar ki Hoca’nın elinden kurtuluş yok: “Söyleyeyim,“ der, “şu bindiğin eşek bir yellenirse canın ağzına gelir, bir daha yellenirse canın çıkar gider, ona göre.” Cevabı aldı ya döner gelir Hoca… Odununu yükleyip eşeğe, gönül rahatlığıyla düşer yola. Yükün altında zorlanan eşek, bir süre sonra yellenmez mi?
Beti benzi atar Hoca’nın. Derken bir yellenme daha duyunca Hoca, büyük bir telaşa kapılıp yıkılıverir oracığa.
Onu öldü sanırlar, yerde serili görenler. Bir tabuta koyup köye götürmek üzere yola koyulurlar. Biraz gidince yol ikiye ayrılır. Tabutu taşıyanlar, başlarlar tartışmaya, “Şu yoldan mı gidelim, bu yoldan mı?” diye. Tartışma uzayınca Hoca, tabuttan uzatır başını: “Vallahi,” der, “ben sağ iken şu yoldan gelir giderdim ama yine de siz bilirsiniz.”
Sanki bizler çok farklıymışız gibi Hoca’nın bu fıkrasını anlatır güleriz de bindiğimiz dalı kesmekten de geri durmayız. Belki küçük ve kısa vadeli kazançlar için daha büyük ve uzun vadeli kazançları heba ediyoruz. Hocaya akıllı insanların yapmayacağı şeyi atfediyoruz da kendimizin yaptığı işlerin ne kadar akıllıca olup olmadığını kendimize sormuyoruz.
Sırf eğlenmek/dinlenmek için sporu icat eden de insanoğlu, onu izlemeye gidip hiç de sportmence/centilmence olmayan hareketler yapanda insanoğlu. Huzurdan, barıştan söz eden de insanoğlu, savaşları çıkartıp birbirini öldüren de insanoğlu. İnsanoğlunun gerek hayat standardının yükseltilmesi gerekse de yaşam süresinin arttırılması için bilim ve teknolojiyi yapan da insanoğlu, yaşadığı çevreyi tüm bunlara rağmen kirleten, onu yıpratan ve yaşanamaz hale getiren de insanoğlu. Tüm bunlar bindiği dalı kesmek değil de nedir acaba?
Nasreddin Hoca (d.1208, Sivrihisar – ö.1284, Akşehir) Eskişehir’in ilçesi Sivrihisar’a bağlı Hortu yöresinde doğdu, Akşehir’de öldü. Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Önce Sivrihisar’da medrese öğrenimi gördü, babasının ölümü üzerine Hortu‘ya dönerek köy imamı oldu. 1237’de Akşehir’e yerleşti. Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılık görevinde bulundu. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca biçimini almıştır.
Kültür bir toplumun sahip olduğu maddi ve manevi değerlerin toplamıdır. Bu değerler, bir toplumu diğer toplumdan ayıran özgünlüğün bir ifadesidir.
Bilgece bir düşüncenin sentezi ve derin bir bilginin eseri olan mizah ve fıkralar, Türk ruhunun neşeli yönünü oldukça iyi temsil eder. Dahası kin yerine sevgiyi, şüphe yerine güveni, öfke yerine selim aklı, ümitsizlik yerine neşeyi ve ümidi öne çıkarır. Hatta Türk toplumunun kültürel kodlarının, baskın karakterinin bunlar olduğunu ima eder.
Fıkraların dünyası, insanın dünyasıdır. İnsanın doğası orada değişik boyutları, farklı özellikleri ile ortaya çıkar. Yoksulluktan eğitimsizliğe, yozlaşmadan siyasi istikrarsızlığa, rüşvetten adalet duygusunun zayıflamasına kadar gündelik hayatın sorunlarına eğilir. Bu yönüyle fıkralar, hep bugündür. Yaşanılan zamanın bir parçasıdır. Her toplum kendi dili ile kendini anlatır. Bu bakımdan fıkralar, bir toplumun sahip olduğu kültürü yansıtan birer ayna görevi görmektedir. Onlara bir sanatkâr elinden çıkmış kusursuz bir tablosu olarak bakılabilir. Her fıkra, ya ders verir, ya bir dünya görüşü belirtir, ya da insani güldürür.
Karışı, çocuğu, komşuları, şakacı Akşehir delikanlıları, evine giren hırsızlar; zahmet veren dilenciler, ona akıl danışmaya gelen Akşehirliler, onun, halkı elinden kurtarmaya çalıştığı zalim Moğol emirleri ve başından gecen Vakaların çoğunda rolü olan çilekeş boz eşeği ile asırların hayalinden ve neşesinden silinmeyen büyük bir zekâdır. Velhasıl kendini ve insanlığı, hayatı ve dünyayı anlamış, iç dünyasında yorumlamış, düşünce ve duygularının potasında anlayışını, algılayışını ve yorumlarını bir sentez haline getirerek mizah ve nükteyle insanlara sunmuş bilge bir kişidir. Bir başka açıdan değerlendirildiğinde O, herkesin akıl danıştığı bir hoca, bu mantıksal eleştirileriyle insanları güldürürken düşündüren bir mizah ustası, bireylere ve toplumlara yön vermeye çalışan uzlaştırıcı tutumuyla bir toplumun öncüsüdür. Hem hayatı hem de kişiliğiyle tarihi bir şahsiyet, hikmet sahibi mutedil bir ulu candır.
Nasreddin Hoca, topluma ve toplum değerlerine bakışı ile bir sosyolog, insan ruhunun derinliklerine nüfuz edişi bir psikolog, dilimizde duygu ve inceliği nüktede buluşturması ile bir nüktedandır. Onu günümüze kadar getiren, sadece kendi kültürümüzde değil bütün dünyada yaşatan fıkralarıdır. Kıvrak bir zekânın ve keskin bir dehanın ürünü olan fıkralarda asıl konu insandır. Onun gülünç tarafları, yanlışları, nefsanî tutumları, zaafları, hataları, çaresizlikleri, tebessümleri, insani ilişkileri mizahi çerçeveden ele alınır.
Hoca’nın fıkralarında amaç sadece güldürmek değil, gülerken düşündürmektir. Bu ince nokta fıkraların değerlendirilmesinde hareket noktasıdır. Hikâyelerindeki alaylı bir söylemin aksine o, nükteli sözleriyle insanların hatalarını fark etmesini ve bu hatalardan ders çıkartmalarını ister. Bununla beraber fıkraların doğru anlaşılıp yorumlanması için sadece Nasreddin Hoca’nın kişiliği, bilgi seviyesi değil, aynı zamanda yaşadığı ve fıkralarda anlatılan olayların geçtiği yer ve kişilerin özellikleri, o çevrenin ha-yat düzeni, değer yargıları, hoşgörü, alçak gönüllülük, dayanışma, yardımlaşma, doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik gibi… İyi bilinmelidir.
Nasreddin Hoca yerelden evrensele uzanan yolda yürümüş, tüm dünya tarafından tanınmış ve kabul görmüş bir fıkra tipidir. Kendisi ve fıkraları Ana-dolu dışında da dilden dile yayılmış ve günden güne de yayılmaya devam etmiştir. Anadolu dışında Avrupa’da, Asya’da, Orta Doğu’da, Uzak Doğu’da, Afrika’da, Amerika’da ve dünyanın birçok yerinde onu merak edenler, onu daha iyi tanıyabilmek ve ondaki sırrı çözebilmek için kendisi ile ilgili araştırmalara başlamışlardır.
“YE KÜRKÜM YE”
Akşehir’in beyleri Hoca’yı yemeğe davet etmişler. Hoca nereden bilsin; davete, günlük kıyafetiyle katılmış. Katılmış ama ne hoş geldin ne sefa getirdin diyen var. Herkes, allı pullu kıyafetlilere el pençe duruyormuş. Hoca, bir koşu evine giderek, sandıktaki işlemeli kürkünü giyip yemeğe geri dönmüş. Az evvel hoş geldin bile demeyenler, önünde yerlere kadar eğilmişler. Hoca’yı yere göğe sığdıramayıp başköşeye oturtmuşlar. Kuzunun en hasını önüne koymuşlar. Herkes hocanın yemeğe başlamasını bekliyormuş. Hoca, bir taraftan kürkünün kolunu sofrada sallamaya, bir taraftan da “Ye kürküm ye, ye kürküm ye!” demeye başlamış.
-İlahi Hoca, demişler, kürkün yemek yediğini kim görmüş?
Hoca taşı gediğine koymakta gecikmemiş:
-Kürksüz adamdan sayılmadık… İtibarı o gördü, yemeği de o yesin.
Yazar: Nisan Kılıç